Epeydir gitmek istiyordum, bugüne nasip oldu. Evet meşhur Ulucanlar Cezaevi artık bir müze. Müze olmayı sonuna kadar hak eden bir durumu da var hani. Türkiye tarihinde bunca önemli ismi ağırlayan başka bir bina daha yoktur herhalde. Her kesimden, her düşünceden insanı misafir (!) etmiş bir yer burası.
Efendim gelecek olanları bilgilendirmiş olayım. Burası "Müzekart" uygulamasının geçerli olmadığı müzelerden. Ücretlendirme ise gayet cüzi tutulmuş.
Müzenin gezi parkuru yönlendirmeler ile oldukça başarılı tasarlanmış. İçeri adım attığımız dakikadan itibaren çıkana dek bize eşlik edecek notalar kulağımıza değmeye başlıyor. Atmosferi çok olumlu etkileyen bu uygulamayı da çok sevdim. Hapishane temalı türküler, şiirler, saz soloları eşliğinde geziyoruz müzeyi.
Gezmeye başladığım ilk koridorda ilginç portre tablolar ile karşılaşıyorum. Bu (bana göre hafif ürkütücü) tablolar, 1971 - 1974 yılları arası burada yatan, ressam Sevim Onursal'a (ki kendisi 1971'de Ankara İş Bankası Emek Şubesi soygunu sonrası kaçan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını evinde sakladığı için tutuklanmış.)aitmiş. Kendi koğuş arkadaşlarını resmetmiş.
Portreleri inceledikten sonra karşımıza 9. ve 10. koğuşlar çıkıyor. Nam-ı diğer "Hilton Koğuşu". Burası ilk kez 1957 yılında dönemin milletvekili Osman Bölükbaşı'nın tevkifi üzerine yaptırılmış. Sonrasında ise birçok önemli isim burada kalmışlar. Mahkumlar buraya, hem özel isimler kaldığı için hem de Ankara manzaralı olduğu için bu ismi vermişler.
Bu koğuşta kaldığı tespit edilen isimler ile şöyleymiş efendim; Osman Bölükbaşı, Bülent Ecevit (çok kısa kalmış), Necip Fazıl Kısakürek, Nazım Hikmet, Osman Yüksel Serdengeçti, Cevat Şakir Kabaağaçlı (o da nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı), Zekeriya Sertel, Şinasi Nahit Berker, Ratip Tahir Burak, Mümtaz Faik Fenik, Ahmet Emin Yalman, Ülkü Arman, Kurtul Altuğ, Beyhan Cenkçi, Adnan Cemgil, Nihat Subaşı, Yusuf Ziya Ademhan, Metin Toker, Cüneyt Arcayürek, Fakir Baykurt, Nahit Duru, Cemal Sağlam, Fethi Giray, Hüseyin Cahit Yalçın, Halim Büyükbulut, Fahri Erdinç, Mustafa Bağışlayıcı, Cevat Rıfat Atilhan, Faruk Taşkıran, Erdoğan Tokatlı, Turhan Dilligil, Tarık Halulu, İbrahim Cüceloğlu, Muzaffer İlhan Erdost, Süleyman Ege.
Yani "Medrese-i Yusufiye" diye boşa dememişler.
Hilton Koğuşu Giriş Kapısı |
Hilton Koğuşu içeriden görünüm |
Hilton Koğuşundan Ankara. İleride Sheraton ve Atakule görünüyor. Sağdaki bina olmasa (eski mi bilmiyorum) Kocatepe Camii'nin bulunduğu alanda dahil geniş bir Ankara Şehir cephesi mevcut. |
Hilton'dan sonra ise sırada Müze'nin en etkileyici bölümü var: Müşahade Odaları. Başta bahsettiğim müzik teşkilatı bu bölümde yok. Ama sanmayın ki sessiz. Müzenin en gürültülü ürpertici bölümü burası. Karanlık bir koridor ve sıra sıra demir kapılar. Her demir kapının ardından başka bir ses geliyor. Mahkumlar feryad figan ediyorlar "Çıkarın beni buradan!" "Allah'ım ben ne yaptım." gibi. Kimi sesler de "Ya burası hiç dışarısı gibi değilmiş ha" diye hırçınca mahkumlara bağırıyor. Bunlar kulağımın seçebildiği bi'kaç örnek replikcik. Yoksa orada şahane (?) bir atmosfer oluşturmuşlar. Her hücreden ayrı ayrı bağırmalar geliyor ve o an sanki gerçekten birilerine işkence ediliyor, birileri acı çekiyor hissine kapılıyorsunuz. Hatta kendimi öyle kaptırmışım ki benden sonra gelen bir grup (farketmediğim) ziyaretçi aralarında şakalaşıp gruptaki çocukları korkutmak için bağırınca benimde yüreğim ağzıma geldi. Bu bölümde havaya girerseniz hafif bir anksiyeteyle beraber, empatinin dibine vurabilirsiniz.
Şimdi pişmanım, keşke diyorum "soundcloud" ile o ortamdan bir kayıt alsaydım, demek istediğim daha iyi anlaşılırdı. Neyse o kadarı da eksik olsun, müzeyi görmeye bahane kalsın :) Yine bu odalarda gerçekçiliği bozmamak adına neredeyse hiç ışık kullanılmamış. Ama yine de hücrelerde mankenler mevcuttu. Fotoğraf makinesinin flaşı sağ olsun hem gördüm hem de çektim. Seslerden dolayı daracık hücre pencerelerinden içeri bakmaya korktum itiraf edeyim. İşkence sahneleri mi var acaba? dedim ama yoktu. Sadece dertli mahkumlar vardı. Gerçi böylesi daha uygun. Hem çocuk ziyaretçiler için (ki böyle bile korkuyorlar) hem de çok taze kapanmış bir cezaevinin gayrı yasal bir eylemi itirafı gibi olurdu ki zaten yok.
Hücrelerin içerisinden birkaç fotoğraf da koyuyorum. Bunları bu kadar net, müzeyi gezenler bile göremiyor (flaş kullanmıyorsa) şanslı okur :)
"Allah'ım ben ne yaptım!" |
"Açın, açın kapıları!" |
Şimdi de koğuşlara doğru geçiyoruz. Bu müzenin en başarılı yönü temsiller. Efendim malumunuz ülkemizin dört bir yanındaki irili ufaklı pek çok müzede plastik mankenlerle temsiller yapıldığını görmüşsünüzdür. Maalesef bunların çoğu öyle kötü ki, sanki az evvel bilmem ne jeans vitrininden alıp getirilmiş gibi. Hepsi default olarak aynı yüze sahip, ifade sıfır, saç sakal ilkokul müsameresi aratır kalitede olur. Ulucanlar'da ise benim gördüğüm en profesyonel modelleme çalışması yapılmış. Yüzler, mankenlerin duruşları gerçekçi. Ziyaretçiye bir şeyler anlatıyor. Üstelik bununla da kalmamışlar. Bu etkiyi güçlendirecek birçok aksesuar ile sunumu kuvvetlendirmişler. Suni değil, burası gerçekten koğuş hissi oluşturuyor insanda.
Her an biri tıraş olacakmış gibi. |
duvarda başlardan yağlı lekeler,
gömülmüş duvara, baş baş gölgeler...
duvar, katil duvar yolumu biçtin!
kanla dolu sünger... beynimi içtin!
Çaycı getir ilaç kokulu çaydan!
Dakika düşelim senelik paydan!
Dakika düşelim senelik paydan!
Müzenin teşhir bölümünde genel olarak ayrıntılara çok önem vermişler. Ayakkabılar ve giysiler, ranzaya asılı seccade, demlikler, radyo, duvar resimleri, Fenerbahçe posteri... Her şey fazlasıyla sahici.
Müzede binalar arasında gezerken avlulardan geçiyoruz. Avlu duvarlarına Ulucanlar'da kalmış ünlü isimlerin o günlerine dair fotoğraflar yerleştirmişler.
Diğer koğuşlarsa daha standart döşenmiş ve ranza başlarına Ulucanlar'dan geliiip geçen isimler ve onların öyküleri asılmış. Kimler yok ki; Erdal Eren, Necdet Adalı, Fakir Baykurt, Bülent Tanık (şu an Çankaya Belediye Başkanı. 2 ay kalmış), Feride Çiçekoğlu (Meşhur "Uçurtmayı Vurmasınlar" filminin çevrildiği romanın yazarı. Cezaevinde tanıştığı bir çocuğun hayatından esinlenmiş.), İskilipli Atıf Hoca, Sırrı Süreyya Önder (toplam 7 yıl içeride kalan Önder 11 ay burada bulunmuş.), Muhsin Yazıcıoğlu, İpek ve Oral Çalışlar çifti, Ramiz Ongun, Mustafa İslamoğlu ve yukarıda zaten zikrettik Hilton sakinleri. Bahsettiğim bu bilgilendirmelere de örnek vermiş olalım.
Ve son sergi salonu ise mahkumların kişisel eşyalarına ayrılmış. Kaleme aldıkları mektuplar, idam edilirken üzerlerinde olan kıyafetler, son sigaralarını çektikleri paketler, son okunan Kur'an-ı Kerimler, günlükler, prangalar vs. Özellikle infaz öncesi giyilmiş son takım elbiseler öyle hüzünlü ki! Fikri Arıkan ve Mustafa Pehlivanoğlu'nun son elbiselerini de fotoğraflamıştım ama arzu ettiğim gibi çıkmamış. Artık gezince görürsünüz diyeyim.
Deniz Gezmiş'e ait hırka. Hüseyin İnan'ın infaz sırasında üzerinde olan atlet, son sigarası ve kibriti, idamdan sonra üzerinden çıkan bozuk paralar ve cezaevinde kullandığı not defteri görülüyor.
İdamdan sonra boyunlarından çıkarılan "yafta"lar. |
İskilipli Atıf Hocanın idamından önce okuduğu Kur'an-ı Kerim, tesbihleri, cezaevinde kullandığı çatal&bıçak, kahve değirmeni, mendili.
Muhsin Yazıcıoğlu'nun seccadesi, takkesi ve son giydiği pijama takımı.
Hamam bölümü, görüş odaları, disiplin hücreleri de teşhir bölümüne dahil. Sübyan koğuşu ise (bence pek de işlevli olmayan) bir kafeterya olarak dizayn edilmiş. Ama hiç olmamasına yeğlerim elbette. Çünkü son dönemde Kültür Bakanlığına bağlı müzelerde "Müzenin Kahvesi" isimli bir uygulama görüyorum (Anadolu Medeniyetleri Müzesi ve Ankara Resim Heykel Müzesindekileri gördüm. Başarılı bir uygulama). Ama Ulucanlar'daki kafeterya maalesef henüz Müzenin Kahvesi düzeyinde değil.
Hülasa Ulucanlar Cezaevi Müzesi çok orijinal bir müze. Teması itibariyle insana tesir eden bir yapı. Ayrıca diğer birçok müze gibi yalnızca ilgililerin değil herkesin merakla gezebileceği, sıkıcılıktan çok uzak bir sunuma sahip. Gezerken aklıma hep bir diğer cezaevi müzemiz olan Sinop geldi aklıma. Orası çok daha karanlık, çok daha tarihi, konumu ve önemi itibariyle yerli Alcatraz'ımız olmasına rağmen ne kadar öksüz kalmış öyle. Şu an Sinop bakımsızlığın doruğunda ve Ulucanlar'a benzer bir dokunuşla şahlanmaya meyyal bir potansiyele sahip. Dilerim Kültür Bakanlığı gereğini yerine getirir aksi takdirde Ulucanlar kadar güzel bir müze kazanmak yerine mevcudu tüketmeye devam ederiz.
Her tür restorasyona rağmen duvarlara sinmiş acıların silinmeyi başaramadığı, o bilinen meşhur isimlerin fosforundan görülmeyen hatta düşünülmeyen nice "unknown" insanın belki de son durağı Ulucanlar'da kafamın içinde durmadan çınlayan ses ise çok sevdiğim şu söz idi: "Homo homini lupus."*
*insan insanın kurdudur.
ps: bu yazı üşengeçlikten blog'a dokunmayan bana, Metin Özer'in iknası ve inception'ı vesilesi ile kaleme alınmıştır :)